سَخَّرَهَا عَلَیۡهِمۡ سَبۡعَ لَیَالࣲ وَثَمَـٰنِیَةَ أَیَّامٍ حُسُومࣰاۖ فَتَرَى ٱلۡقَوۡمَ فِیهَا صَرۡعَىٰ كَأَنَّهُمۡ أَعۡجَازُ نَخۡلٍ خَاوِیَةࣲ ﴿٧﴾
Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapan kişiyi en iyi bilendir. Hidayete erenleri de en iyi bilen O'dur.
وَجَاۤءَ فِرۡعَوۡنُ وَمَن قَبۡلَهُۥ وَٱلۡمُؤۡتَفِكَـٰتُ بِٱلۡخَاطِئَةِ ﴿٩﴾
Onlar ister ki, sen müsamaha gösterip, yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.
فَعَصَوۡاْ رَسُولَ رَبِّهِمۡ فَأَخَذَهُمۡ أَخۡذَةࣰ رَّابِیَةً ﴿١٠﴾
Sakın itaat etme çokça yemin eden, aşağılık ve değersiz her kişiye.
إِنَّا لَمَّا طَغَا ٱلۡمَاۤءُ حَمَلۡنَـٰكُمۡ فِی ٱلۡجَارِیَةِ ﴿١١﴾
Arkadan çekiştirip, laf götürüp getirene.
لِنَجۡعَلَهَا لَكُمۡ تَذۡكِرَةࣰ وَتَعِیَهَاۤ أُذُنࣱ وَ ٰعِیَةࣱ ﴿١٢﴾
İyiliğe engel olan, saldırgan günahkâra.
وَحُمِلَتِ ٱلۡأَرۡضُ وَٱلۡجِبَالُ فَدُكَّتَا دَكَّةࣰ وَ ٰحِدَةࣰ ﴿١٤﴾
O mal ve oğullar sahibi oldu diye.
فَیَوۡمَىِٕذࣲ وَقَعَتِ ٱلۡوَاقِعَةُ ﴿١٥﴾
Karşısında ayetlerimiz okunduğunda “öncekilerin masallarıdır” der.
وَٱنشَقَّتِ ٱلسَّمَاۤءُ فَهِیَ یَوۡمَىِٕذࣲ وَاهِیَةࣱ ﴿١٦﴾
Yakında biz onun burnu üzerine damga vuracağız.
وَٱلۡمَلَكُ عَلَىٰۤ أَرۡجَاۤىِٕهَاۚ وَیَحۡمِلُ عَرۡشَ رَبِّكَ فَوۡقَهُمۡ یَوۡمَىِٕذࣲ ثَمَـٰنِیَةࣱ ﴿١٧﴾
Gerçek şu ki biz o bahçe sahiplerini sınadığımız gibi bunları da sınadık: Hani sabah vaktinde onu mutlaka devşireceklerine yemiş etmişlerdi.
یَوۡمَىِٕذࣲ تُعۡرَضُونَ لَا تَخۡفَىٰ مِنكُمۡ خَافِیَةࣱ ﴿١٨﴾
(İnşaallah diyerek, yeminlerinde) istisna da yapmıyorlardı.
فَأَمَّا مَنۡ أُوتِیَ كِتَـٰبَهُۥ بِیَمِینِهِۦ فَیَقُولُ هَاۤؤُمُ ٱقۡرَءُواْ كِتَـٰبِیَهۡ ﴿١٩﴾
Onlar uyurken, Rabbin tarafından bir kuşatıcı (ateş) bahçeyi sarıverdi.
كُلُواْ وَٱشۡرَبُواْ هَنِیۤـَٔۢا بِمَاۤ أَسۡلَفۡتُمۡ فِی ٱلۡأَیَّامِ ٱلۡخَالِیَةِ ﴿٢٤﴾
"Sakın bugün oraya bir yoksul girip yanınıza sokulmasın" diye.
وَأَمَّا مَنۡ أُوتِیَ كِتَـٰبَهُۥ بِشِمَالِهِۦ فَیَقُولُ یَـٰلَیۡتَنِی لَمۡ أُوتَ كِتَـٰبِیَهۡ ﴿٢٥﴾
(Yoksulları) alıkoymaya güçleri yetiyormuş gibi erkenden gittiler.
وَلَمۡ أَدۡرِ مَا حِسَابِیَهۡ ﴿٢٦﴾
Fakat bahçeyi o halde gördüklerinde; “Biz mutlaka yolumuzu şaşırmış olmalıyız!” dediler.
مَاۤ أَغۡنَىٰ عَنِّی مَالِیَهۡۜ ﴿٢٨﴾
Onların en mu'tedil/insaflı olanı: "Ben size, keşke Allah’ı tesbih etseydiniz dememiş miydim?" dedi.
هَلَكَ عَنِّی سُلۡطَـٰنِیَهۡ ﴿٢٩﴾
Onlar; “Rabbimizi tesbih ederiz. Şüphesiz biz, zalim kimseler imişiz.” dediler.
ثُمَّ ٱلۡجَحِیمَ صَلُّوهُ ﴿٣١﴾
Şöyle dediler: “Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgın kişilermişiz!”
ثُمَّ فِی سِلۡسِلَةࣲ ذَرۡعُهَا سَبۡعُونَ ذِرَاعࣰا فَٱسۡلُكُوهُ ﴿٣٢﴾
“Umulur ki, Rabbimiz bize bunun yerine daha iyisini verir. Çünkü biz artık Rabbimizi arzulayanlarız.”
إِنَّهُۥ كَانَ لَا یُؤۡمِنُ بِٱللَّهِ ٱلۡعَظِیمِ ﴿٣٣﴾
İşte azap böyledir. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür. Keşke bilselerdi.
وَلَا یَحُضُّ عَلَىٰ طَعَامِ ٱلۡمِسۡكِینِ ﴿٣٤﴾
Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için Rableri katında Naîm Cennetleri vardır.
لَّا یَأۡكُلُهُۥۤ إِلَّا ٱلۡخَـٰطِـُٔونَ ﴿٣٧﴾
Yoksa sizin bir kitabınız var da ondan mı okuyorsunuz?
وَمَا لَا تُبۡصِرُونَ ﴿٣٩﴾
Yoksa; “Neye hükmederseniz o yerine getirilir.” diye kıyamete kadar geçerli olacak, size verilmiş yeminler/sözler mi var?
وَمَا هُوَ بِقَوۡلِ شَاعِرࣲۚ قَلِیلࣰا مَّا تُؤۡمِنُونَ ﴿٤١﴾
Yoksa onların ortakları mı var? Eğer doğru söyleyenler iseler o halde ortaklarını getirsinler.
وَلَا بِقَوۡلِ كَاهِنࣲۚ قَلِیلࣰا مَّا تَذَكَّرُونَ ﴿٤٢﴾
Baldırın açılacağı o günde onlar secde etmeye davet edilecekler. Fakat buna güç yetiremezler.
تَنزِیلࣱ مِّن رَّبِّ ٱلۡعَـٰلَمِینَ ﴿٤٣﴾
Gözleri korku içinde, yüzlerini zillet bürümüştür. Oysa onlar, sağ salim iken secde etmeye çağrılmışlardı.
وَلَوۡ تَقَوَّلَ عَلَیۡنَا بَعۡضَ ٱلۡأَقَاوِیلِ ﴿٤٤﴾
Artık beni ve bu sözü yalanlayanları baş başa bırak. Biz onları bilmeyecekleri bir yerden derece derece azaba yaklaştıracağız.
ثُمَّ لَقَطَعۡنَا مِنۡهُ ٱلۡوَتِینَ ﴿٤٦﴾
Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun da onlar bu yüzden ağır bir borç yükü altına mı girmişlerdir?
فَمَا مِنكُم مِّنۡ أَحَدٍ عَنۡهُ حَـٰجِزِینَ ﴿٤٧﴾
Yoksa gayb onların yanındadır da onlar mı yazıyorlar?
وَإِنَّهُۥ لَتَذۡكِرَةࣱ لِّلۡمُتَّقِینَ ﴿٤٨﴾
Rabbinin hükmünü sabırla bekle! Balık sahibi/Yunus gibi olma! Hani o, dertli bir sesle Rabbine seslenmişti.
وَإِنَّا لَنَعۡلَمُ أَنَّ مِنكُم مُّكَذِّبِینَ ﴿٤٩﴾
Şayet Rabbinden ona bir nimet yetişmemiş olsaydı, o mutlaka kınanmış bir hâlde ıssız bir yere atılacaktı.
وَإِنَّهُۥ لَحَقُّ ٱلۡیَقِینِ ﴿٥١﴾
Kâfirler, o zikri işittikleri vakit neredeyse seni gözleriyle devireceklerdi. “O, kesinlikle bir delidir.” diyorlardı.